Dün sabah ofise geldiğimde her zaman olduğu gibi kahvemi almak için mutfağa yöneldim. Evet tabi ki ana baba günü gibi kalabalıktı. Bir sürü uykuya, çaya, poğaçaya aç insan, kaynayan sudan paylarına düşeni almak için düzensiz bir sıra içindeydiler. Aslında bazen onları izlemekten büyük keyif alıyorum. Bir nevi meditasyon oluyor benim için. Onları izlerken kendi zihnimden uzaklaşıyor onlara odaklanıyorum. Fakat uzun zamandır farkediyorum ki insanlar çoğu zaman yaptıkları işi fazlasıyla uzatıyor. Pek çoğu şeker çoktan erimiş olsa bile kaşığı bardağın içinde çevirmeye devam ediyor. Dalgın gözleriyle sütün kahveye karışmasını uzun uzun izliyor.
Bir süre bunu düşündüm. Kim bilir gerçekte neler vardı akıllarında? Sonra neden bilmiyorum önce hemen yanımda duran Erdeme sordum.
-Bir anlamı var mı?
Hiç duraksamadan cevap verdi. Yok abi yok dedi. Okan’a döndüm ona sordum. Yok dedi, akışa bırakmaktan başka yapacak bir şey yok. Nuray Hanım ya sizce dedim. Yok Batucum, malesef yok “yaşayacağız, öleceğiz” dedi.
Neyin anlamı yoktu? Doyamadım cevaplara mutfaktan çıkıp sormaya devam ettim.
Ne eksik ne fazla on bir kişiye günaydın dahi demeden bu soruyu yönelttim.
Onbirinden de neredeyse aynı yanıtı aldım.
-Yok.
Ve kimse... bir tek kişi bile sormadı neyin bir anlamı var mı diye... zira herkes hayattan bahsettiğimi çok iyi biliyordu.
...
Öğlen oldu yemeğe çıktık. Karşımda Fatih oturuyordu. Yemeği bitirdikten sonra çaylarımızı içiyorduk. Öğle tatilinin bitmesine tahmini az bir süremiz kalmıştı.
-Az kaldı değil mi dedim yüzümde hain bir gülümseme eşliğinde.
Cevap olarak “Sandığımızdan da az kaldı, bana kalırsa bugün yarın ölürüz” dedi. Gülümsemeye devam ettim ama çaydan bir yudum daha alamadım.
Yemek bitti ofise döndüm. Boş boş dolanıp sağa sola laf atmak için satış departmanına uğradım.
Merkezi bir noktaya geldiğimi hissettiğim sırada ortaya yüksek sesle seslendim;
-Böyle geçer mi?
Şeyda Hanım anında cevap verdi.
-Valla sekiz yıldır geçiyor, hala da başka bir yol bulamadım. Cevap verdim;
-Bulmak için daha kaç yılınız kaldı geriye? Şeyda Hanım derin bir nefes aldı ama aldığı nefesi geri bırakmadı, bir cevapta vermedi ya da bilemiyorum belki veremedi.
Ben de pişman olmuştum sorduğuma, uzaklaştım hemen oradan. Operasyon departmanına yöneldim.
Herkes hep bir ağızdan yaklaşan bayram tatilden bahsediyordu ama içi boş, ruhsuz, enerjisiz bir konuşma olduğunu daha uzaktayken anlamıştım. Yaklaştım yanlarına en yakınımda Ferit vardı.
Gayri ihtiyari sordum;
-Ee dedim sen nereye gitmeyi planlıyorsun?
“Buraya dönecek olduktan sonra gideceğim her yer cehennem.” şeklindeki cevabı vermesi yarım saniyesini aldı. Cevap veremeden başımı onaylar şekilde sallayıp orayı terketmemse bir saniye kadar sürdü. Masama döndüm. Kalan saatlerimi burada geçirmek daha güvenli geldi bana. Saat beş olunca da çıktım ofisten. Asansöre bindiğim sırada Ümit abinin kendi kendine bir şeyler mırıldandığını farkettim.
Aniden dönüp sordu;
-Farklı bir yol bulmak lazım değil mi?
Hiç düşünmeden cevap verdim; Evet abi, mutlaka.
Gözleri o farklı yolu asansörün içinde bulmak istecesine sağı solu gezindi. Ama yolculuk kısaydı bulamadan “zemin kata” ulaştık.
Ne olmuştu bize? Hepimize?
Kışın gelişiyle birlikte karamsarlığa mı kapılmıştık? Yoksa “koloni” halinde depresyona mı girmiştik?
...
Motosikletime binip evime, kedime doğru yola çıktığım sırada anlamıştım.
Aslında herkes ana konuya tamamiyle hakimdi ve bunu bir an olsun aklından çıkaramıyordu. Elbette ki hepimiz ellerimizin avuçlarımızın arasından kayıp giden hayatı çok iyi biliyor... ama bunu değiştirmek için etkide bulunamıyorduk.
Tek yapabildiğimiz, bizi her saniye yakıp yokettiğini, tükettiğini düşündüğümüz zamana, yaşama karşı nafile, huzursuz sızlanışlardı.
Bu, isyan edemeyip, devam edenlerin ortak hazin sonuydu.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder