Cumartesi gecesi iki arkadaş
Beşiktaş’ta içiyorduk yine.
Genelde aynı mekana gider,
aynı bar taburelerini seçer, aynı içkiler eşliğinde çekiştiririz adaletsiz hayatı,
acımasız kadınları, iki yüzlü toplumu.
Her defasında tamı tamına
aynı yere oturmanın ve aynı minvalde konuşmalar yapmanın üstümüzde bir
sıkışmışlık hissi yarattığını iyi biliyorum.
Öte yandan bu duyguyu
sevdiğimizi bundan beslendiğimizin de farkındayım.
Kendimizi de sıklıkla eleştiriyoruz
bu arada.
-Sanki zamanın başlangıcından
bu yana hep aynı şeyleri konuşuyoruz be Yakup?
-Haklısın Batu da başka ne
yapacağız ki…
-Bence Jameson shot doğru
olabilir..
Her neyse dediğim gibi barda
oturuyoruz hep. Bar taburesi iyidir çünkü. Ne tam rahat ettirir kıçınızı, ne de
acıdan inlemenize neden olur.
Yarı gevşek ve kısmi ayık
olmanızı garanti altına alır. Zira en iyi sohbetler o şekilde yapılır.
Kokteylleri de iyidir
gittiğimiz yerin.
Gerçi kokteyl içmeyi pek
sevmem. Onlara dair sevdiğim şey gündelik hayatta çok tanık olamadığım değerler.
Hazırlanışlarındaki akış, zarafet,
el hareketlerindeki incelik,
bardak seçimleri, fesleğen, nane, türlü türlü içeriğin olması gerektiği gibi dengede
bir araya gelişleriyle oluşan ahenk.
Ama bahsetmek istediğim şey
kokteyller ya da denge değil.
Bakın bakın artılar ve
eksiler, acı ve tatlı bir araya geldiğinde nasıl da güzel bir tat ortaya
çıkıyor gibi bir geyiğe de girmeyeceğime yemin ediyor, ant içiyorum.
Bugün başka bir şeyden
bahsetmek istiyorum. Minnetten.
Anlam veremiyor
olabilirsiniz. Adam içmekten, bardan, kokteylden bahsederken buraya nasıl geldi
diye merak da ediyor olabilirsiniz.
Hazırsak başlıyorum; ama öncesinde kendi hakkımda genel bir
tutumumu açıklamama izin verin ki bazı taşlar yerine otursun.
Zihnim bir konuyu ya da olayı
incelediğinde ve anlamaya çalıştığında, aynı anda kendi zihnimden uzaklaşıp
anlamaya çalıştığım konunun diğer kişi ya da kişilerce nasıl algılandığını
görmeye çalışırım.
Özellikle olayı yaşayan kişi
ben değilsem bu noktaya fazlasıyla zaman ayırır ve şayet başarılı olabilirsem
bir sonraki aşamaya geçip karşı tarafın hangi hisleri yaşadığını kavramaya
çalışırım.
Şimdi bara geri dönelim.
Çünkü aynı şeyi orada da yapıyorum. -işin aslı bunu yaşadığım her saniye her
yerde yapıyorum.
Dediğim gibi taburemin
üstünde içip içip galaksiyi eleştirmenin yanı sıra yaptığım ikinci bir şey Homo
sapienleri incelemek. -konuyu saptırmayın hatunları dikizlemekten değil, insan
hareketlerini incelemekten bahsediyorum.
Eskiden sıklıkla alkol
aldıktan sonra değişen davranışları, cinsel yakınlaşmaları incelerdim. Ayık mı
yoksa sarhoş bilincin mi gerçek olduğunu sorgulardım. Her defasında ulaştığım sonuç
sarhoş halin gerçek olduğuydu. Öten yandan yıllar içinde sıkıldım bu gözlemlerden.
Değişen tek şey insan siluetleriydi sonuçlar değişmezdi.
Şimdilerdeyse içinde
bulundukları gruplardan ve hatta ortamdan sıyrılmış, ayrılmış, kopmuş farklı
insanları gözlemliyorum.
İşin garip kısmı ortamdan en
ayrılmış kişiler genellikle orada sürekli bulunan insanlar oluyor. Garsonlar,
barmenler, temizlikçiler. Bu insanlar, (-tabii ki tamamı değil) bulundukları
yeri tamamen kavramış oldukları için sanki başka bir şey arıyor gibiler. Bu aslında
hepimiz için geçerli, yani herkes kendi ofisinde aslında bir ayrık kişi. Hayatlarımızda
da öyleyiz.
Dünyanın yüzeysel varoluşuyla
yetinemediğimiz için bir derinlik ve anlam arayışı içindeyiz.
Lafı çok uzatmadan bara geri
dönüyorum.
Cumartesi akşamı kokteyl
hazırlayan ve bu işi cidden iyi yapan barmenlerden birini gözlem altına aldım.
Adamı yaklaşık 3 saat boyunca izledim.
Ve bu süre boyunca sorular
sordum kendime.
Neden bazılarımız bazı
şeylere diğerlerinden çok daha fazla önem veriyorduk? Bir şeyi diğeri için özel kılan
ve sizin / benim için kılmayan şey neydi?
Barmenle senkronize olduğumda
bu soruların cevabının çok ama çok yoğun bir his yüzünden olduğunu fark ettim.
Barmen özenliydi, telaşsızdı
ve garip bir şekilde huzurluydu. Ben değildim. Geçmişten bahsediyorum. Yani elbette
ki ben de daha önce hazırlamıştım cin tonik ama öyle değildi, o şekilde
değildi.
Tadı da her ne kadar aynı markayı
kullansam da aynı olmamıştı.
Anladım ki o adam orada başka
bir şey yapıyor. Başka bir şey yaşıyor.
Neydi peki yaşadığı?
...
Sadece “yaşıyor” olmasın dedim
kendi kendime. Aslında ulaşılması gereken nokta ve adamın başardığı şey “sadece
yaşayabilmek” olmasın?
Belki dedim o an. Belki sadece
bu gibi anlarda yüce, tanrısal ya da adını her ne koymak istiyorsak onunla
bağlantıya geçebiliyoruzdur. O zaman bir fark yaratabiliyoruzdur.
Gerçekten yaşadığımız anlarda.
Bugün minnetten söz etmek
istiyorum derken bundan bahsediyordum; Varoluşumuzun anlamsız olmadığına dair
an içinde yaşadığımız bir doğruluktan.
Mutluluk değil, önce
doğruluktan. Doğru yerde doğru şeyi yapıyor olduğumuza dair bir akış hissinden.
Bir amacımızın olduğunu
anladığımız, telaşsız, çabasız, huzurlu bir noktadan. Bazen bir saniyeden, şanslıysak
şayet belli bir süreden bahsediyordum.
Bir şefin yemeği hazırlarken
içinde bulunduğu ruhsal durumu varoluşuna bir teşekkürmüş gibi görüyorum.
Tabi bahsettiğim o an, 100 kişiye yemek yetiştirmeye çalıştığı an değil.
Barmenin de durumu bundan
farklı değil bana kalırsa. Ressamın, müzisyenin, yazarın, şairin yaşadıkları da
aynı.
Ama bu ruhsal durumu sadece
sanatsal işlerle ilişkilendirdiğimi düşünmeyin çünkü fark ettim ki aynı durumu
spor salonuna gidip elime dambıl’ı aldığımda da yaşıyorum.
Gözlerimi kapatıp barın
üstündeki her milimetrik pürüzü, çıkıntıyı hissediyor, parmaklarım ve avuç
içimin kaynaşıp demirle bir oluşuna tanık oluyorum. Zaman duruyor…
O an.. ahh evet tam o an bunu
yapmak için yaratıldığımı o kadar iyi biliyorum ki.
Nefesim, hareketsiz duramayan
her lifim, içimdeki mağara adamı ve sonsuz öfkem orada bir anlam kazanıyor.
Cumartesi gecesinden sonra
minnet duyduğum çok şey olduğunu fark ettim.
Ağırlık kaldırmak, yazmak,
motosiklet kullanmak, balık tutmak ve bir kadını sevmek.
Bunlar minnet duyduğum şeylerdi.
Ve ötesinde bir şeyi daha
anladım, minnet duyarak yaptığımız her şey ibadetti.
0 yorum:
Yorum Gönder